17.01.2008
RUTH GRUBER:
Dünyayı yakalarından silkeleyip şöyle demek zorundaymış gibi hisseden bir gazeteciydim: “Uyan! Onca acılar yaşamış insanların başına neler geliyor bak. Bu Yahudilerin, hicret eden Yahudilerin başına neler geliyor bak.”
DANIEL GREENE:
96 yaşındaki Ruth Gruber tarihe tanık oldu. 1930’lu yıllarda Almanya’daki bir değişim öğrencisiyken, Hitler’in planlarının gözler önüne serildiğini gördü. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili haberler yapan bir gazeteci olarak, New York’a giden bir grup Holokost mağduruna eşlik etti. Ve hemen ertesi yıl, Filistin’e ulaşmaya çalışan yaklaşık 4500 Yahudiyle dolu bir gemi olan Exodus’un yolculuğunu haber yaptı. Gruber, adaletsizlikle bildiği en iyi araçlarla, yani sözcükleri ve fotoğraflarıyla mücadele etme mirasını özetliyor.
Oliver ve Elizabeth Stanton Vakfı’nın cömert destekleri sayesinde sizlere sunabildiğimiz, Amerika Birleşik Devletleri Holokost Anı Müzesi’nin ücretsiz podcast dizisi Antisemitizm Üzerine Konuşmalar programına hoş geldiniz. Ben, Daniel Greene. Günümüz dünyasında antisemitizmin ve nefret etkisinin pek çok yolunu sizlere yansıtmak üzere iki haftada bir konuk davet edeceğiz. Foto muhabiri Ruth Gruber sizlerle.
RUTH GRUBER:
Alman kültürünü, Alman dilini ve Alman müziğini severdim elbette. Madison, Wisconsin’deki Almanca Bölümü için burs kazandım ve oradan bir yıllığına Almanya’ya gittim. Ve Hitler’in iktidara gelişini izledim.
Nüfusun farklı kesimlerini bir araya getirmeyi öğrenmiş, herkese Yahudilerin düşman olduğunu, Amerika’nın şeytan olduğunu söylüyordu. O histerik konuşmaları bugün bile duyuyorum. Ve dinlediğim o sesin ses tellerinden değil, bağırsaklarından geldiğini hissettim. İğrenç, histerik bir sesti.
Amerika’ya döndüğüm zaman bana dediler ki: “Bu adam için niye endişeleniyorsun? Bir yıl içinde gider.”
Alman Yahudileri bile her grup insana her türlü vaatte bulunan bu manyak, soytarı, çılgın herif hakkında aynı şeyi düşünüyordu. Nasıl da yanıldılar. Onu duymuş ve izlemiş olsaydınız, söylediklerinin soytarılık olmadığını anlardınız. Bu adam insanları kazanmayı çok iyi bilen, geleceğin diktatörüydü.
Evet, evet. Dünyada olan biteni anlamak için tanık olmak zorunda kalmak bana bunu öğretti sanırım.
Savaş sona erince insanlar soykırımdan kurtulan Yahudilerin Auschwitz’den, Bergen Belsen’den ve diğer tüm kamplardan fırlayıp “Arbeit macht frei—Çalışmak özgürleştirir” yazan o alaycı tabelayı parçalayacağını ve sonsuza kadar mutlu yaşayacağını sanıyordu. Ama öyle olmadı. Kurtulan, yürüyebilen, yaraları iyileşen Yahudiler evlerine gitti ama herkes ölmüştü. Artık büyüdükleri kasabalarda, köylerde yaşayamayacaklarını biliyorlardı.
Exodus 1947 adındaki bir geminin dört İngiliz savaş gemisi tarafından saldırıya uğradığını öğrendiğimde Kudüs’teydik. Herald Tribune’e, geminin ceviz kıracağıyla parçalanmış bir kibrit kutusuna benzediğini yazan bir telgraf çektiğimi hatırlıyorum. Koskoca güverte paramparça olmuştu. Anneler çocuklarını arıyordu. Çocuklar anne-babalarını bulmak için sağa sola koşuyordu.
İngiliz Parlamentosu bu çocukları ne yapacaklarını görüşüyordu. Hava sıcaktı, 40 dereceydi. Yakıcı sıcağın altında geçen 18 günün sonunda, Exodus’taki Yahudilerin Almanya’ya geri döndüğünü duyduk. Tüm dünya infiale kapılmıştı. Japonya’dan, Çin’den, Güney Amerika’dan muhabirler geliyordu. On sekizinci günde İngiliz konsolosu hepimizi topladı ve “üç muhabir götüreceğiz” dedi.
Ve bütün Amerikan basınını benim temsil etmem gerektiğine karar verdiler. Bence 40 yıl, hatta 60 yıl boyunca buna pişman oldular.
En üst güverteye çıktım ve benim geldiğimi gören, güçlü kollara sahip genç adamlar—ki 1946 yılındaki iskelete benzeyen hallerine göre tamamen değişmişlerdi—bir bayrak çekti. İngiliz bayrağının üzerine gamalı haç çizmişlerdi. Bunun tarihi bir bayrak olduğunu fark ettim. Çünkü o sefil durumda tüm dünyaya başkaldırmanın yolunu görmüşlerdi.
Bana şöyle dediler: “Aşağı in. Git suda yüzen Auschwitz’imizi gör.”
Ben de aşağı, ambarlara indim. Dante’nin Inferno’sundan bir sahneyle karşılaştım. Yarı çıplak adamlar, bebeklerine sarılmış kadınlar gördüm. Amerikalı bir kadının, bir Yahudinin kendi dillerinde, özellikle Almanca konuştuğunu anlayınca bağırarak telefon numaraları söylemeye başladılar.
“Annem Chicago’da yaşıyor! Kız kardeşim Detroit’te!”
Tüm o numaralar.
“Ara onları! Sağ olduğumu söyle!”
Bana bir sürü küçük kağıt parçaları verdiler. Ben de onlara akrabalarını arayacağıma söz verdim. Eve dönünce de aradım.
Sonra da şöyle dediler: “Resim çek! Bu karanlıkta bize nasıl muamele edildiğini dünyaya göster!”
Ve resim çekmeye başladım. Nasıl çektim bilmiyorum çünkü hiçbir şey görmüyordum. Sadece küçük bir pencereden ışık giriyordu. Çektiğim resimlerin hiçbirinin çıkmayacağını sanıyordum ama şansıma bütün resimler çıktı. O ışık kesinlikle elverişliydi.