28.08.2008
JEFFREY GOLDBERG:
Hayatımın bir döneminde, okuduğum okullarda antisemitizme hedef oldum. Oyun bahçesinde bana bazen bozuk para atarlardı. Bunun “Yahudi’ye Diz Çöktürme” adında bir oyun olduğunu söylerlerdi. Tabii oyunun ana fikri, Yahudilerin bozuk parayı almak için eğileceği üzerine kuruluydu.
Komik bir şey bu, zira hayatın erken dönemlerinde yaşanılan şeylerin kalıcı etkisi olduğu söylenir ama şu anda yerden bozuk para almak için eğilmiyorum.
Antisemitistlerin benim genç yaştaki Yahudi kimliğimi şekillendirdiğini söylemek doğru. Yani ne yazık ki doğru. Ayrıca sanırım Siyonizm fikrine çok temel bir anlayış vasıtasıyla ulaştım. Siyonistler kendilerine ve dostları olan Yahudilere şöyle der: “Biri sana vurduğu zaman sen de ona vurabilirsin.”
DANIEL GREENE:
Jeffrey Goldberg genç bir delikanlıyken, İsrail Ordusu’na katılmak için ABD’den ayrıldı. Goldberg, bir esir kampındaki Filistinli asilere gardiyanlık yapma görevine atandığında, ideallerine aykırı durumlarla karşılaştı. Esirler adlı kitabında Goldberg, kampta yaşadıklarını, Rafik adındaki bir Filistinli ile ilişkisini de içerecek şekilde ayrıntılarla anlatmaktadır.
Oliver ve Elizabeth Stanton Vakfı’nın cömert destekleri sayesinde sizlere sunabildiğimiz, Amerika Birleşik Devletleri Holokost Anı Müzesi’nin ücretsiz podcast dizisi Antisemitizm Üzerine Konuşmalar programına hoş geldiniz. Ben, Daniel Greene. Günümüz dünyasında antisemitizmin ve nefret etkisinin pek çok yolunu sizlere yansıtmak üzere iki haftada bir konuk davet edeceğiz. Gazeteci-yazar Jeffrey Goldberg sizlerle.
JEFFREY GOLDBERG:
Kendi fikrime göre militan bir Yahudiyim. Çünkü çevremdeki antisemitik davranışlara karşı asla hoşgörülü değilim.
Galiba İsrail’e ya da kolektif Yahudi meşru müdafaa fikrine Soykırıma baktığım ve buna gerekçe olarak felsefi bir yanıt aklıma gelmediği için ilgi duydum. Aklıma pratik bir yanıt geldi: Yahudileri, kendilerini savunmadıkları için öldürmek çok kolaydı. Ve militan bir Yahudi, bu deneyime bakarak “Hayır. Böyle bir şey bir daha olmayacak” diyen kişidir.
Meşru müdafaada bulunan Yahudiler’den biri olmak istediğim için İsrail Ordusu’nda görev yapmak istedim. Sadece, 12-13 yaşımdayken olanlar nedeniyle böyle bir şeye giriştiğimi söylemiyorum ama pek çok şeyin açıklaması da bu.
Elime bir tüfek tutuşturuldu. Hangi kültüre ait olursanız olun, elinde tüfek bulunan 20 yaşında bir genç için o tüfek son derece güç verici bir şeydir. Zaman içinde başımdan geçenler nedeniyle o tüfeğe sahip olmanın verdiği duygusal ikilemler görmeye başladım.
Şu anda 42 yaşındayım, Yahudilerin güçlenmesine karşı değilim ama gücün gerçekliği, güç fantazisi değildir. Gücün gerçekliği çok karmaşıktır.
Ben bunu zor yoldan öğrendim. 1989–1990 yılıydı. Filistinliler ilk kez başkaldırmıştı. Taşlar atılıyor, grafiti sanatçıları duvarları boyuyor, molotof kokteylleri fırlatılıyordu. Ve İsrail ordusunun görevi bu isyancıları bastırmaktı. Pis bir işti. Çocuklar yakalanıp hapse atılıyordu. Bu kahramanlık rüyalarının hiçbir çıkış noktası yoktu.
İkinci sıkıntı ise, benim birlikte olduğum çoğunluğun değil ama bazı Yahudilerin, güçlerini kötüye kullanmalarına şahit olmaktı. Ve Yahudilere gücü geri vermenin zor kısmı şuydu: Yahudiler bu gücü nasıl kullanır?
Bu, gücü kullanmayın demek değil. Yani benim yürümeye çalıştığım çizgi bu. İsrail’in ve Amerika’nın da burada yürüyebilmesini umuyorum. Bu da şu anlama geliyor: Sahip olduğun muazzam gücün farkında ol ve o gücü ölçülü kullan.
İsrail ordusunda gördüğüm hiçbir şey, Holokost sırasında gördüğümüz Yahudi güçsüzlüğüne karşı en iyi ve tek düzgün yanıtın fiziksel Yahudi otonomisi fikri olduğuna beni ikna etmedi.
Bu yüzden hâlâ aşiretimi koruma, aşiretime sadık kalma mecburiyeti ile hepimizin birbirimize benzediğini, hepimizin aynı şeyi hak ettiğini ve hepimizin aynı şeyleri istediğini söyleyen evrenselliğe inanma gerekliliği arasında içsel bir savaş yaşıyorum.
Bu nedenle bir Ortadoğu hapishanesini, gidilecek en zor yer olarak görürüm.
Durum, insanlığa karşı komplo kuruyor. Ama içimde idealist bir dürtü vardı. Kendi kendime, içlerindeki insanlık vasfını teşhis edebilseydim, onlara kendimdeki insanlık vasfını gösterirdim, belli bir noktaya ulaşırdık diyordum.
Bu yüzden Filistinli mahkumlarla konuşabilmek için nispeten daha fazla çaba gösterdim. Dostane bir şekilde birlikte büyüdüğümüz bir çift vardı. Tabii “dost” kelimesini bu bağlamda kullanmak zor ama o çiftten birinin adı Rafik’ti. Onu severdim çünkü gayet analitik ve gayet akılcı biriydi.
Ne bileyim, sohbetlerimiz asla “Tamamen yanılıyorsun,” “Hayır. Asıl sen tamamen yanılıyorsun”dan daha derine inmezdi.
Rafik’le yaşadıklarımız farklıydı. Çatışmadan uzakta yaşıyordu. Onun, kendi ulusal hareketinin zayıflığını analiz etmesine izin verirdim, sadece benimkini değil.
Yeniden söylemek gerekirse, onunla arkadaş olduk. Ve arkadaşlığımız bugüne kadar devam etti.
Bu an kitapta, hapishanede bir cinayet işlendikten hemen sonra gerçekleşen andır. Ve beni çok rahatsız ettiği için bu konuyu Rafik’le konuşmak istedim. Kitaptan okuyorum:
Cinayetten birkaç gün sonra Rafik’e bir senaryo teklif ettim. ‘Beş yıl sonrasını düşün, özgürsün ve Kudüs’te bir şantiyede çalışıyorsun. Beni sokakta yürürken görüyorsun. Sivil kıyafetler içindeyim ama sen beni İsrail ordusunda, topraklarını işgal eden ve halkına eziyet eden orduda görevli bir asker olarak hatırlıyorsun. Eline fırsat geçseydi beni öldürür müydün?’
Rafik İbranice yanıtladı: ‘Daha neler.’
‘Hayır, ben ciddiyim’ dedim.
‘Çok saçma bir soru bu Jeff’ dedi.
Sonunda ağzından şunlar döküldü, ‘Bak. Kişisel bir şey olmazdı.”
Neyse ki sonraları tekrar görüştük ve beni öldürmedi. Ama bir cevap almış oldum.
Bu arada, tersinin de doğru olduğunu fark etmem uzun zaman aldı. Yani, ben de Rafik’i öldürmek zorunda kalsaydım kişisel bir şey olmazdı. Pişman olurdum. Ama askerdim. Rafik’in namlumun ucuna geçtiği bir durumla karşılaşabilirdim.
Benim savunmam budur. Diyalog gruplarına sahip olmak ve karşı tarafla iletişim kurmaya çalışmak iyi bir şey ama iş belli bir raddeye gelince onlar başka bir aşirette, ben başka bir aşiretteyim. Ve benim aşiretimin de kendi hedefleri var, onun aşiretinin de. Aşiret çıkarları kişisel çıkarlardan üstündür. Ortadoğu’da olan ve sürekli olmaya devam eden şey işte budur.
Rafik ilginç biridir. Çünkü onun neyi savunduğunu biliyorum. İsrail’e karşı olduğunu biliyorum. Doğru koşullarda İsrail ile yan yana yaşayacağını biliyorum ama karşı taraflarda olduğumuzun da farkındayım.
Öte yandan ona güveniyorum. Bakması için çocuğumu ona emanet ederdim. Bazıları bunu garip bulabilir ama bana hiç garip ya da sıra dışı bir şey gibi gelmiyor. O beni sever. Çocuklarımı da sever. Ben de onu severim. Bunun hiçbir siyasi yanı yok.
Ama bu durum farklı bir düzeyde varoluşsal sorunlarla boğuşacağımız anlamına gelmez. Bunu insan ilişkilerinin karmaşıklığından çıkardım.