31 Temmuz 2008
MIRIAM GREENSPAN:
Benim gibi, psikolog olarak çalışmış olan herkes, travmada—tecavüz, ev içi şiddet ya da daha büyük çaplı travmalarda, toplumsal kötülüklerde—iyileşmenin ilk adımının, neler olup bittiğini tutarlı bir anlatı hâlinde bir araya getirmek olduğunu bilir.
DANIEL GREENE:
Miriam Greenspan, insanları kederle yüz yüze gelmeye ve ders çıkarmaya teşvik ediyor. Bu fikri, kendi ebeveynleri de dahil olmak üzere Holokost’tan sağ kurtulanları yakından dinleyerek edinmiş. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Almanya’daki bir Yerinden Edilmiş Kişiler kampında doğan Greenspan, Holokost’tan sonra bile iyileşme olasılığı bulunduğunu görmüştü.
Oliver ve Elizabeth Stanton Vakfı’nın cömert desteğiyle Amerika Birleşik Devletleri Holokost Anı Müzesi’nden gerçekleştirdiğimiz Antisemitizm Üzerine Sesler adlı ücretsiz podcast serisine hoş geldiniz. Ben, Daniel Greene. Antisemitizm ve nefretin dünyayı günümüzde hangi yollarla etkilediğini göstermek için burada iki haftada bir defa olmak üzere bir misafir ağırlıyoruz. Karşınızda psikolog ve yazar Miriam Greenspan.
MIRIAM GREENSPAN:
Yaşamımın en başından beri Holokost’u hep biliyordum ancak bana bunun anlatıldığını bile hatırlamıyorum.
Çok erken yaşlardan beri adlandıramadığım bir korkudan kaçmaya çalıştığım rüyayı tekrar tekrar görüyordum ve sıklıkla diğer insanları kurtarmaya çalışıyordum. Rüya genellikle kimseyi kurtaramadan yalnız başıma olduğum ama hâlâ hayatta kaldığım şekilde bitiyordu. Bir anlamda rüyasını gördüğüm şey, annemin hayatta kalma öyküsünün temel öğeleriydi.
Gerçek şu ki Holokost, küçük çocuklara uygun bir öykü değil. Ergenliğe girmemden sonra daha bilinçli bir hâl aldı. Sonunda 1970’lerin ortalarına doğru, ben çoktan 20’li yaşlarımın sonundayken ebeveynlerimle röportaj yaptım. Öykülerini baştan sonra gerçekten ilk kez dinliyordum ve o zaman bile sadece parça parça hatırlayabiliyordum. Çünkü sanırım travmanın büyüklüğü o kadar muazzamdı ki dinlemek bile travmatikti. Fakat öykülerin anlatılması gerekir.
Yani bizzat öğrenmek, bence bir külfettir ama aynı zamanda bir ihtiyaçtır da. Fakat bu öğrenme külfeti üstlenilip paylaşılırsa bir iyileşme süreci oluşabilir.
1993 yılında Varşova Gettosu isyanının 50. yıldönümü etkinliği vardı. Tüm dünyadan birçok Yahudi’nin, sembolik olarak “Hâlâ buradayız” demek için Polonya’yı ziyaret etmeyi planladığı bir zamandı.
Babam bana ve erkek kardeşime onunla ve annemle gidip gitmeyeceğimi sordu, bizi davet etti.
Treblinka’da bir tören vardı. Koro şefinin genellikle Yom Kippur’da okunan yas şarkısı “El Moleh Rachamim”i okuduğunu hatırlıyorum. Sağ kalan bu yüzlerce insan hep beraber ağlamaya başladı. Yağmur yağıyordu. Sanki dünya da bizimle ağlıyormuş gibiydi. Çok, hem de çok önemli bir yas anıydı.
İlginçtir, babam, beni bu yolculuğa çıkmaya davet ederken, 80 yaşındaydı ve giderek güçten düşüyordu, “Ölmeden önce bu benim biraz daha iyileşmemin bir yolu olacak” demişti.
Holokost ile ilgili olarak “iyileşme” kelimesini kullandığını hiç duymamıştım. Bence de bu bir anlamda iyileşmenin bir yoluydu. Biliyorsunuz, Holokost’tan tamamen iyileşilebileceğini düşünmüyorum. Bence bu onun için ve ailemiz için iyileştirici bir andı.
Varşova’ya ayak bastığımda beni güçlü bir şekilde sarsan konulardan biri de antisemitizmin Polonya’da halen çok, hem de çok canlı olmasıydı. Sinagogun ön kapısında yeni boyanmış bir gamalı haç ve “Raus Juden” (Yahudiler Dışarı) kelimeleri vardı.
Bunun gibi başka birçok örnek... Az çok Lehçe anlıyordum, bir garsonun “Şu korkunç Zhid’ler, şu Yid’ler, şu Yahudiler yine buraya geldiler” dediğini duydum. Burada antisemitizmin ne kadar canlı olduğunu görmek çok huzursuz ediciydi.
Fakat neyse ki bu seyahatte insanların yapabileceklerinin zıt bir örneği olabilecek bir şey de vardı. O da şuydu ki anma gecesinde babam epey bir üşüdü. Ben de ona dedim ki “Seni ısıtacak bir bardak çay olsun bulmaya çalışsak ya?”
O da, “Evet, burada biraz ısınmadan duramam” dedi.
Böylece yoldan yürüdük, babam yaşlıca bir Polonyalı kadın gördü, yanına gidip çay içebileceği bir yer aradığını söyledi.
O da, “Benim evimde çay içebilirsiniz” dedi.
Küçücük, çok mütevazı bir evdi. Kadının hiç de zengin olmadığı açıktı. Bizi çay içmek için evine davet etmişti ve bize biraz ekmek çıkarmıştı. Hemen televizyonu açıp “Burada kalıp gelişmeleri evimden takip edersiniz, böylece üşümemiş olursunuz” dedi.
Babamın bana dönüp “Bu, bize hiçbir şekilde önyargılı olmamamız gerektiğini öğretmeli. Polonyalıların hepsini antisemit olarak görmemeliyiz. Baksana ne kadar da nazik bir insan” dediğini hatırlıyorum.
Tabii ki insan nezaketinin nasıl bu kadar büyük bir şey başarabileceğini görmek harika.